Archive for Ekim 2014

Her istediğin olursa mutsuz olursun!..

1901360_726249150757503_3435296079929012770_n
Her istediğin olursa mutsuz olursun!..
Evet, insanın her istediği olursa mutlu olamaz, desem ne dersiniz? İnanılacak gibi değil amma gerçek bu. İnsanın her istediği olursa, o zaman hayatın anlamı kalmıyor ve insan zevklerini kaybettiğinden bunalıma giriyor. Bunun ispatı çok kolay; dünyada en çok intihar eden insanların hangi ülkelerde ve ne gibi imkanlara sahip oldukları incelendiğinde bu dediğimiz hemen anlaşılıyor.
Dünyada en fazla intihar en gelişmiş Avrupa ülkelerinde olmaktadır. Garip değil mi? Halbuki bu insanların gelecek endişeleri yok, hemen her istediklerini elde edebiliyorlar ve hayatları garanti altında. İstedikleri gibi yeyip istedikleri gibi gezip eğlenebiliyorlar. İstedikleri gibi giyinip istedikleri kişi ile de beraber olabiliyorlar. Öyleyse bu intiharlar niye?
Gayet basit; her istedikleri olunca, canlarının isteyebileceği her bir zevki tadınca hayattan beklentileri kalmıyor. Hiçbir şeyin özlemini çekmediklerinden hayat onlar için anlamsızlaşıyor ve bunalıma giriyorlar. Netice intihar etmekten başka çareleri kalmıyor.
Demek, her istediğine ulaşan insanlar, özellikle çocuklar bunalıma düşüyorlar. Bunun toplumumuzda pek çok örneği vardır. Nasıl ki insan canının her istediğini bulsa ve yese yemek zevkini kaybeder, istediği kadar uyusa uyuma zevkini kaybeder. Aynen öyle de; her istediğini elde eden kişi ve çocuk ta bütün zevklerini kaybeder ve hayat onlar için anlamsızlaşır. Neticesi psikolojik problemler ve bunalım.
Çocuklarının her istediğini yerine getiren anne babaların kulakları çınlasın. Çocuklarının her istediğini almakla onlara nasıl bir kötülük ettiklerini bir bilseler…
İnsan biraz özlem çekmeli, elde edemediği şeyler olmalı ve onun hasretini yaşamalı, bazı sıkıntılar görmeli ki hayatın bir anlamı olsun. Mesela çocuk askere gitti. Bir ayrılık oldu. Onun telefonlarını beklemek, arada bir konuşmak, sonra bir izin ile geldiğinde yaşanan gözyaşları içinde hasret giderme. Bu güzellikleri yaşamak için ayrılık acısını çekmek gerekir. Ayrılık acısını çekmeyen kavuşmak zevkini de alamaz. Demek bu dünyada kural bu; acıkacaksın ki yemek yemenin zevkini alasın, susayacaksın ki su içmenin zevkine varasın, hasta olacaksın ki sağlıklı dolaşmanın zevkini çıkarasın. Çok çalışıp yorulacaksın ki dinlenmenin ve tatil yapmanın zevki olsun ve hakeza. Bazen parasız kalacaksın, hayatın bir bölümünde kiracı olacaksın, bisikletle, mobiletle gezip arabaların karşısından bakacaksın ki sonra bu nimetlere kavuşmanın zevki olsun ve böylece hayat güzelleşsin. Hiçbir şeyin özlemini çekmeyen hayatın zevkini alamaz ve hayat onun için çekilmez hale gelir. Çocuklarının her istediğini yerine getiren ve sonrada büyük bir şey yapmış gibi bunları anlatanlar, anlıyor musunuz?
Aslında sen çok şeyin özlemini çektin, çok sıkıntılar çektiğin için hayatın zevkli oldu, bunalımlara girmedin. Bir çok şeyi elde edeceğim diye çırpındın ve farkında olmadan hayattan zevk aldın. Şimdi diyorsun ki: ben çok çektim, çocuğum çekmesin. Hayır, o da çekmeli ki adam olabilsin ve hayatından zevk alsın.
Adamın birisi bir tırtılın nasıl meydana geldiğini merak eder ve bir yuvayı takip etmeye başlar. Bir müddet takip ettikten sonra bir gün bakar ki yuvada küçük bir delik açılmış ve kelebek halindeki tırtıl bu delikten çıkabilmek için uğraşıyor amma bir türlü çıkamıyor. Şu deliği genişletivereyim de tırtıl rahatça çıksın diyor. Genişletiyor. Ve tırtıl mücadele etmeden kolayca o delikten çıkıyor. Çıkıyor amma asla bir daha uçamıyor. Çünkü o tırtılın o dar delikten mücadele ederek çıkması, o sıkıntıyı çekmesi ve kuvvetlenmesi gerekiyordu. O, güya ona iyilik yaparak o sıkıntıyı çekmeden çıkmasını sağladı, amma kuvvetlenemeyen tırtıl bir daha uçamadı.
Şimdi sen de çocuğunun her istediğini kolayca eline verirsen, hayatın zorluklarına karşı onu korur ve “ben çektim, o çekmesin” diye onun normalde görmesi gereken sıkıntılardan onu korursan bu çocuğa öyle bir kötülüktür ki artık bunun telafisi de mümkün değildir.
Eğer gerçekten çocuğunuzu seviyorsanız ve onu tehlikelere karşı korumak istiyorsanız gitmekte olduğumuz ebedi hayattaki tehlikelere karşı onu korumaya çalışmalısınız. Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmesini sağlamalısınız. Yoksa, dünyanın sıkıntıları onu ahirette bekleyen sıkıntıların yanında sinek ısırması kadar da olmaz!

HER ÇİLE CENNET YOLUNUN BİR TAŞIDIR.

10615506_754821421250941_8344227817397696068_n
İnsan genellikle zorlukta Allah’ı anıp, kolaylıkta unutur. Samimi mümin zorlukta da kolaylıkta da Rabb’ini anar, imtihan geldiğinde hoşnut olur; her anına şükreder. Mümin her çileyle Allah’a yakınlaşır. İman etmeyen ise uzaklaşır. Mevlana’nın ifadesiyle; “Sopayla kilime vuranın gayesi; kilimi dövmek değil, tozu kovmaktır. Allah tozunu alıyor niye kederlenirsin? ”

Yaşamda her şey kusursuz olsa, imtihan olmaz. Dünya hayatı imtihan içindir; dünya da kusursuz hazırlanmış bir imtihan ortamıdır. Ve Allah kullarını, açlıkla, canlardan ve mallardan imtihanla sınar. İmtihan anında Rabb’i için güzel bir sabırla sabreder, tevekkül eder, çile de çekse Allah’ın kendisi için hazırladığı kaderinden hoşnut olur mümin. Hoşnut olur ki Rabb’i de ondan hoşnut olsun.

Allah, Katından bir nimet olarak insana bela ve musibet verir. Her zorlukla Allah kuluna Kendisini hatırlatır. Zor zamanda mümin Allah’a daha sığınır, halisane teslim olur, sabreder; çile de çekse kalbi mutmaindir.

Rabb’ine aşık insan, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma yolunda ilerlerken çektiği çileyle sağlık bulur, şevki artar. Çile onu asla yıpratmaz; ruhunu/imanını olgunlaştırır, onu inceltir.

Zorluk anları, Allah’ın inananlar için yarattığı çok önemli zamanlardır. Zorlukla karşılaşan mümin, ardından gelecek olan hayrı bekler. Allah’ın kendisi için hikmetle yaratmış olduğu olay, onun için bir ecir fırsatıdır. Mümin imtihanında çile çekerken, Rabb’ine olan aşkını, sadakat ve teslimiyetini gösterir.

Her an bir bela ve musibet gelebilir, hazır olmalıyız. Yaşadığımız imtihanda Rabb’imizi görmeli, imtihanımızı sevmeliyiz. Sonsuz ahireti düşündüğümüzde, yaşanan geçici imtihanların ne denli önemsiz olduğunu anlayabiliriz.

Cennet çile ehli içindir; yaşanan acılar cennetten alınacak hazzı artırır. Çile ve zorluklar için Allah’tan uzun ömür isteyelim. Allah’a aşkımızı başka türlü nasıl kanıtlayabiliriz?

TEVAZU SAHİPLERİNİN HALLERİ

1476376_686417384716397_1252532614_n
Hz. Ömer (r.a) kibir ve gururun, nemrutların ve firavunların ahlakından, alçak gönüllüğün ise peygamberlerin ve salih kişilerin ahlakından olduğunu söyler. Tevazu ile ilgili ibret alınacak sayısız örnekler görürüz hem Allah Rasulu’nun (s.a.v) ve sahabilerinin, hem de veli zatların hayatlarında.
Bu örneklerden biri de Medine valisi Selman-ı Farisi’nin (r.a) yaşadığı şu olaydır:

Selman- Farisi (r.a) üzerinde gösterişten uzak, sade bir elbiseyle Medine çarşından geçerken, zenginlerden biri onu fakir bir hamal zannederek yanına çağırır. Elindekileri onun sırtına yükler ve beraberce yürümeye başlarlar.

Selman-ı Farisi’nin (r.a) sırtında yük taşıdığını görenler koşarak onların yanlarına gelirler ve ona; “Müsaade buyurun, biz taşıyalım efendim” derler. Selman- Farisi (r.a) hiç istifini bozmadan; “Hayır, ben taşıyacağım, çünkü eşya sahibi sizi değil, beni bu işe tuttu” diye cevap verir. Bu sırada yüklerin sahibi onun vali olduğunu anlar ve rengi değişir.

Ellerine kapanarak özür dileyince Selman-ı Farisi (r.a) tebessüm ederek ona mütevazilik ve samimiyet belirtisi olan şu sözleri söyler: “Hiç üzülmeyin, valilik ayrı şey, din kardeşine hizmet etmek daha ayrı şey. Ben yüklendiğim şeyi evinize kadar götüreceğim. Birbirimize yardım etmek, zayıfların elinden tutmak hepimizin görevidir.” Böylece İslam’ın gönüllere yerleştirdiği tevazunun manasını ona öğretmeye çalışır.

Medineli zengin, Selman- Farisi’yi (r.a) hamal olarak tutunca yolda onunla biraz da alay etmiştir. Bu sebeple Hz. Selman ona; “Bir daha Allah’ın kullarından hiçbirini alaya almayınız, gördüğünüz her Müslümanı da kardeşiniz olarak kabul ediniz ve onlara karşı tevazu kanadınızı yerlere kadar indiriniz” öğüdünü de vermeyi unutmaz.”
(İslam Ahlakından Parlak Sayfalar, Celal Yıldırım)

HİCRET

Hicret_1433_yili
Mekke’de İslam’ın ilk devirlerinde, Müslümanlar dayanılmaz işkence, zulüm ve eziyetlere maruz kalmışlar ve artık hayat onlar için dayanılmaz bir hale gelmişti. Bunun üzerine İslam’ın intişarının beşinci senesinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v) müminlerden bazılarına, Habeşistan’a göç etmelerine izin vermiş, kendisi ve yakın arkadaşları Mekke’de kalarak müşriklerin eziyetlerine göğüs germişlerdi.

İslam dinine girenlerin sayıca çoğaldığını gören müşrikler, şeref ve mevkilerinin yok olacağı korkusuna kapılarak Hz. Peygamber’i (s.a.v) öldürmeye karar vermişler, ona inanan ashabından bazılarını da işkence ve eziyetlerle öldürmüşlerdi. İşte, Rasulullah (s.a.v), ashabına daha fazla işkence edilip can kaybı olmaması için, doğup büyüdükleri şehri, mallarını, mülklerini ve hatta akrabalarını dahi bırakarak, o güzelim Mekke-i Mükerreme’yi terk ederek Medine-i Münevvere’ye miladi 622 yılında hicret etmişlerdir.

MÜMİN HER AN HİCRET HALİNDEDİR

Mümin her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için sefer halindedir. Bu bazen beldeden beldeye doğru mekan değişikliği, bazen iç alemin bir menzilinden öteki menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da yolcu. Önemli olan bu yolculuğu hayırlı bir kulvarda ve hep hayra doğru sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik değil; aynı zamanda psikolojik imkan değişikliğidir. İç alemde yapılacak hicretlere engel hale gelen topraklarda yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir.

KÖTÜ HUYLARDAN İYİ HUYLARA HİCRET

Birçok ayet ve hadislerle üzerinde durulan “iyi niyet”, “anne-babaya iyilik” gibi birçok amel, peygamber lisanıyla “hicret” ayarında ameller olarak ifade edildiği gibi, zor şartlar altında (fitne ortamında) dinin her tatbikinin bir hicret olduğu, anne ve babaya yapılacak bir hizmetin hicretten daha ehemmiyetli ve faziletli olduğu belirtilmiştir.

Şüphesiz amellerin kıymeti niyetlere göredir. Kimin niyeti neye ise, eline geçecek olan da odur. Hicret de dini bir vecibe olduğuna göre, buradaki niyet Allah rızasını taşımıyorsa, makbul olmayacağı ayetlerden ve hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır. Nitekim Rasulullah’ın (s.a.v), “Küçük cihattan büyük cihada döndük” (Beyhaki) buyurmaları, asıl mücadelenin nefisle olan mücadele olduğuna, maddeden manaya, nefsin arzu ve isteklerinden, Allah ve Rasulü’nün (s.a.v) emirlerine yönelmeye olduğunu beyan buyurmuşlardır. İşte, gerçek hicret, nefisle mücadele ederek kötü huylardan iyi huylara, hoş olamayan alışkanlıklardan iyi ve güzel olan alışkanlıklara ulaşmaktır.

BUGÜN NASIL MUHACİR OLACAĞIZ?

O halde bugün hicreti nasıl anlayacağız? Ya da bugün nasıl muhacir olacağız? Bugün de günahlardan hicret ederek muhacir olunur. Asıl hicret de günahlardan hicrettir. Nitekim Efendimiz (s.a.v) “Hicret iki türlüdür; biri kötülüklerden hicret, diğeri de Allah ve Rasulü’ne hicrettir” (Taberani) buyurmuşlardır. Diğer bazı hadislerinde de hicret hakkında şöyle buyurmuştur: “… Hicret kötülüğü terk etmendir.” (Ahmed b. Hanbel) “Hakiki muhacir, hata ve günahları terk edendir.” (İbn Mace) “Hakiki muhacir, Allah’ın haram kıldığı şeyleri terk eden kimsedir.” (Ebu Davud) “Hicret hususunda en faziletli olan nedir ey Allah’ın Rasulü?” diye soranlara, Rasulullah’ın (s.a.v) cevabı şöyle olmuştur: “… Rabbim’in hoşlanmadığı tüm şeyleri terk etmendir.”
(Ahmed b. Hanbel)

Efendimiz (s.a.v), yukarıdaki hadis-i şerifte hicrete farklı bir mana yükleyerek hakiki muhacirin Cenab-ı Hakk’ın yasakladığı şeylerden uzak duran insan olduğunu ifade eder Hicreti zahir ve batın olarak ele alırsak, zahir yönünü onun Allah için düzenlenen seferler oluşturur; batıni yönünü de günahlardan içtinap…

İYİLERLE BİR ARADA OLMAK İÇİN HİCRET

Şu bir gerçektir ki, tüm günah ve manevi hatalardan uzak kalmak isteyen kimse, oturduğu muhite, ikamet ettiği yere de çok dikkat etmelidir. İyi komşu, iyi arkadaşlar seçmelidir. Kötü ve ıslah olmak bilmeyen insanlardan uzaklaşmalıdır. Nitekim Rasulullah (s.a.v) bu hususta sahabelerine şöyle bir kıssa anlatmıştır:

“Sizden önce yaşayanlar arasında, doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bu adam bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir rahip tarif edildi. Adam ona kadar gidip, doksan dokuz kişiyi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkanının olup olmadığını sordu. Rahip, ‘Hayır, yoktur!’ cevabını verdi. Bu kestirme cevaba kızan adam, onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, insanlara yeryüzünün en bilgin kişisini sormaya devam etti. Kendisine alim bir kişi daha tarif edildi. Adam ona gidip, şimdiye kadar yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkanı olup olmadığını sordu. Alim zat, ‘Evet, vardır. Seninle tövben arasına kim perde olabilir ki?’ diye cevap verdi ve ekledi: ‘Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah’a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer’ dedi. Adam yola çıktı. Giderken, yarı yola varır varmaz, ölüm meleği gelip ruhunu aldı. Rahmet ve azap melekleri adam hakkında ihtilafa düştüler. Rahmet melekleri, ‘Bu adam tövbekar olarak geldi. Kalben Allah yönelmişti’ dediler. Azap melekleri de, ‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi, dediler. Onlar böyle çekişirken insan suretinde başka bir melek yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara, ‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yerin arasını ölçün. Hangi tarafa daha yakınsa, ona teslim edin’ dedi. Ölçtüler ve gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği iyiler diyarına bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar.” (Buhari)

Peygamberimiz’in (s.a.v) hadisinden de anlaşılacağı üzere dinin hükümlerini yerine getirmek ve kurallarını yaşamak için, ikamet edilen muhitin çok önemi ve faydası vardır. Eğer oturulan muhit, günah ve kötülüklerden uzak iyi insanlardan oluşuyorsa, orada Allah’ın ve Rasulü’nün emirleri rahatça yerine getirilebilir. Bunun aksi ise, oradan hicret edip, İslam’ın hükümlerinin yaşandığı yere, beldeye veya en azından yaşamak isteyenlere engel olunmayan yerlere hicret edilebilir. Zira Rasulullah (s.a.v) bu hususta, “Kişi dostunun dini üzerinedir. Öyle ise her biriniz, dost edindiği kimselere dikkat etsin.” (Ebu Davud) buyurarak oturulan muhitte komşu ve arkadaşlara dikkat edilmesi gerektiğini açıkça belirtmişlerdir.

Hüseyin OKUR

İnsan Dili ile Kazanır ve Dili ile Kaybeder.

10568859_540717676054710_7136068861996004390_n
İnsan dili ile kazanır ve dili ile kaybeder. Bu nedenle de her cümlesine, konuşmasına dikkat etmelidir. İftira, dedikodu, boş söz, kötü söz ve laf olsun diye konuşmaktan sakınmalıdır.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) dilini tutar ve şöyle derdi: “Bana kaybettiren hep sensin. Bütün uğradıklarıma senden ötürü uğradım.”
Şıbli hazretleri şöyle anlatıyor:
Bağdatlı Cüneyd vefat ettikten sonra kendisini rüyada gördüm.
Sordum: Cüneyd, Allah sana nasıl muamele etti? Cüneyd şöyle cevap verdi: Rabbim beni bağışladı. Sadece bir sözümden dolayı beni kınadı. Yüce Allahın kınandığı söz ise şuydu:
Ben bir seferinde; Ya Rabbi!
Yeryüzünün yağmura ihtiyacı var demiştim. İşte bu sözümden dolayı Yüce Allah bana şöyle sordu: Cüneyd! Her şeyin gerçeğini, neyin ve kimin nelere muhtaç olduğunu ben bilip dururken sen mi hangi yerin neye muhtaç olduğunu söylüyorsun. Kulun vazifesi Rabbinin takdirini kabul edip buna itaat etmesidir. Cüneyd kullandığın söz seni helak edebilir.
Evet düşünelim.Bir söz! Her gün söylediğimiz binlerce sözden sadece bir söz.
Önemsemediğimiz bir yalan. Bir iftira. Bir şaka. Bir dedikodu. Bir gıybet. Belki her sevabımızı yok eder.